Ah bu tramlar ve kulaktan cikmayan kulakliklar. Fonda yine Mazhar abi ve ben yine tam ortasindayim yagmurun. E sizin de anlayacaginiz gibi bu oyun hep ayni. Bugün ruhsal olarak daha iyiyim biraz daha pozitif. Bunun sebebini keske bilebilsem; o zaman da hayat cok tekdüze olurdu herhalde. Ironiklik icime o kadar islemis ki; genel de mutlu olmayan ben cok kücük uc noktalardan mutluluk orgazmi geciriyorum. Hani bir at degilde gergedan üstünde dört nala kossam mutlu olacagim; öyle bi mallik hakim beynime. Mallik dedim de keske gercekten bi mal olabilseydim. Özledigim seylerden biri hic bilmedigim birseyi özleyebilmek. Kadinlari özlüyorum sonra geciyor; konusuyorlar ya o uzaktan görüp anlamlar yüklediginiz kadinlar. Buz daginin tek tarafi varmis derken o kirilma sesi geliyor fondan. Sonra ben yine susuyorum; dilim varmiyor hem de öyle bir varmiyor ki mecaz anlamini yitiriyor.
SlideShow
Bosluklar
Son dönemlerde kendim icin alkol almaktan baska bisey yapmadigimi varsayarsak biseyler yazmak güzel bi baslangic olacak. Baska bi sehirin Traminda isten cikmis eve dogru yol aliyorum; insan sevmedigi seylere ne kadar cabuk adapte oluyor; ne cabuk cöküyor karanlik mutsuzluktan hallice insanin icine. Hic düsündügünüz olur mu; durdugunuz yerin veya oldugunuz noktanin yanlis oldugunu. Peki ya bu bütün hayatiniza yayilirsa ? Varolussal sorunlar yetmezmis gibi sistemin icinde ki sorunlar üstüne eklenince hicbirseye cevap bulamiyorum. Gerci cevaplar bi isime yarayacak mi emin degilim. Hayatta öyle dönüsler var ki tam risk alinasi; hani ya dönersin ya tepetakla... Hayatta hersey griyken bazi seylerin siyah beyaz olmasi ve daha cok siyah olmasi güzel. Belki psikolojik rahatsizligim vardir belki de normalimdir; tanilarin ne önemi var ki bosluklari dolduramadiktan sonra. Cep telefonun otomatik düzeltmesi bile bosluktan sonra viski öneriyorsa yoktur fazla söylenecek sey. Bi duble Laphroaig alirim; buzsuz olsun.
Yeni bir yalnizlik kafasi
Oysa hala öyle zayifmisim ki. Hic aklima gelmezdi tekrardan bu kadar kirilgan olabilecegim. Yeni bir sehirde yeni bir evde yeni bir yatakta ilk rüya da baskasini görmek ...
Baskasi diyorum hem de bambaska. Baskalasmaya, baska olmaya takmis biri olarak o zamanlar anlamistim bu baskasinin hayatim da iz olacagini. Hayatim 30 yazan serite kosan sprinterin
son adiminda; yine de unutamiyorum. Unutamamakta yalan bir tabir aslinda; hic aklima gelmiyor desem yeridir. Bu ölümü düsünmeyip yasamaya benziyor; bizimkisi de ayni hikaye; her son ona cikiyor.
Cellat beni bekliyor ben cellati ama bu denklem ikimize uymuyor; iste bu sikiyor aklimda ki bütün Tanri denklemlerini. O kadar cok sey istememis olsamda hala uzakta tek istedigim sey.
X desen degil y desen yine degil; cözümlü bir denklem degil bu. Ortada bir paradoks; elde edemedigim icin mi bu kadar önemli benim icin yoksa daha derin aciklamalari mi var insan beyninin
ceperlerinin eridigi günesin kiyilarinda.
Bugün bambaska bir sehirde bambaska bir evde ikinci günüm; oysa o kadar yalnizmisim ki. Sanki hayatimda ki hersey yalniz kalmamak icin uydurdugum boyama kitabi gibi. Kirmizi yesil ve mavi
Ve sonunda siyah.. En dürüst renk siyah. Iste bu yüzden hazirim karanliginda bogulmaya. Özlemisim seni her zaman ki gibi hic bilmeyip hic bilmeyecek olsanda yaziyorum buraya.
Herseye ragmen 12 sene sonra hala ayni kalp cirpintisini yasamak güzel sey. Bir cok sey degisirken su hayatta cok ufacik seylerin degismemesi de güzel seylerden biri. En yalniz anlarimda hep onu düsünmem bi sekilde bagli oldugumuza dair bir isaret; ya da ben öyle düsünmek istiyorum. Benim gercekligim benim düsüncelerimden ibaret olduguna göre siktir edebilirim gerisini.
M.S. de ki ilk sacma sapan sarki suydu ve bu yaziya ithaf olarak gelsin.
Birden geldin aklima
Ben Sena Sener ile ilk defa bir youtube gezintisinde tanistim; tanismak olayi platonik ama problem degil; yas 30'a arkadan dayamis platonikten ereksiyon olacak hali yok. Sizi bilmiyorum ama ben kendi üslubumu özlemisim. Malum buralarda bu jargonlarla konusmak pek mümkün olmuyor; yabanci dilde de bizim dil blowjob amatörü gibi kendinden geciyor. Samimiyetimi kaybetmeden hikayeleseyim biraz. Bir varmis bir yokmus derken bi bakmis bizim oglan, ne görsün ; okul bitmis issizlik kol vermis kendisine. Giymis celik yelegini almis eline kilicini atlamis lokal trenlere. Bakmis olmuyor; tabi modaya uymak lazim. Acmis semsiyeyi üstüne oturmus; semsiye olmus takim elbise. Tabi bir allahin kulu da demiyor ki: takim elbiseye is vermiyorlar dayiii. Neyse uzun aletin kissadan hissesi Dan Dan Dan diye No yada Nein cevaplarina gögüs gerdik. Dört aylik is arama sürecinde herhangi bir basari elde etmeyi birak herhangi bir motivasyon kivilcimi da bulamadim.
Simdilerde part time garsonluga devam ederken bir tanidiga web sayfasi yapiyor bir diger tanidiga da fotograf cekimi yapiyorum. "Bi sik olmaz bizden" efsane film repligini de kendime armagan ediyorum. Türkce karakteri olmayan yeni laptopumun da Dell firmasinin da sülalesine sövüyorum.
Beni bilirsiniz belki gelirim belki gelmem. Hala 7 yil önce burada yazmaya basladigim günkü kadar kararsiz ve kaybolmusum. Ben beni bulamiyorum; siz bulursaniz bakarsiniz sevisiriz.
Tarih 21.04.2017. Bütün herseye inat ne sisteme ait olacagim ne sisteme karsi cikan siyaha boyanmis sürüye. O film repligini bosuna söylemedim ben.
Arka planda "Gönlüm hep seni ariyor neredesin sen " diyor. Onun da videosu size gelsin. Hadi eyvallah.
Böyle Böyle
Seviyorum günahi ve günahin katsayisini...
Blog Dostları
Tarzan mı Hozier mi
Dün gece "Legend of Tarzan" filmini izlemek üzere gece matinesine gittik. Film görsel olarak hoştu ama öyle senaryoya pek kafa yorulmamış. Yapımcıların keselerini doldurmak için yaptıkları bir başka film. Yine de oyuncular güzel seçilmiş; Margot Robbie Jane olarak karşımıza çıkınca bi hoş olmuyor değiliz. Üstüne Isveçin karizması True Blood dizisinden tanınma olan Alexander Skarsgard karşımıza gösterdiği güzel Tarzan performansıyla çıkınca ve bu ikisinin yanına Christoph Waltz ile Samuel L. Jackson ekleyince ortaya pekte kötü bir film çıkması mümkün olmuyor. Sırf oyuncuları için bile izlenebilecek bir film zaten eğlencelik olunca bir pazar akşamını süslememesi için hiçbir neden kalmıyor.
Yavaş yavaş
" Çoktan değişti herşey ,
Aynı değiliz ikimizde ....
...
Artık geri ver;
Geri veremezsin aldıklarını..."
Müslüm baba da yok buralarda Kemal abi gibi bayramlar gibi... Hayat bizi yavaş yavaş tüketiyor yavaş yavaş öldürüyor... İnsanı kendisi yapan geçmişi ne çabuk ve ne yavaş silinip gidiyor.
Oysa ben Tozkoparanın serseri mahallerinde büyürken öğrenmiştim raconları , Kocamustafapaşanın ucundan deniz gören pencerelerinde melankoliyi efkarı.. Vefa bozası kokan sıralarda aşkları; Bakırköy'ün yarattığı şizofrenik sancıları.. Son hız giden bir Taksim dolmuşunda hayalleri sarhoşluktan dönen birinin midesinde tutmaya çalıştığı aşk kelebekleri gibi uçurtmalara ip bağlamayı..
Ve bugün dostlarla, aile ile bir duble rakı yerine yalnız dublelerde viskiyle bitiriyoruz akşamları.. Sis-teme göre mutlu, sis kalktığında ise çırılçıplak mutsuzuz ve hep olduğu gibi.
Bilmem; yavaş yavaş ölüyoruz işte ... Ve korkaklar siz sadece bir kere ölürsünüz acısız, sapsade.. Cesurlar her gün en kanlı sahnelerde tadını çıkararak acının... Ruhları sevip bedenlerle sevişenler aslında cennet kapısına işeyenlerdir...
Artık geri ver .....
Balon
İlk balonum geldi aklıma; kaç yaşındaydım hatırlamıyorum. Tek hatırladığım ellerim büyüktü ipten ve tek bildiğim nefes aldığıydı insanların; o da kendimden. En yakın arkadaşımdı balonum benim; nefes aldığında can bulan. Kırmızıydı bazen, bazen siyah; hava güzel oldu mu daha cıvıl cıvıl uçardı; soğuklarda çıkmazdı evinden. En karanlık gecelerde bir köşede oturur sessiz sessiz benim uyanmamı ve baharın uyanmasını beklerdi. İlk balonumdu o benim ve ben onun ilk nefesi.
Birlikte uçamadık hiç ama aynı gökyüzüne aittik beraber. Ben onun gerçekleriydim, o benim hayallerim...
Ve bir gün insansal bir hainlikten dolayı verdi tüm nefesini... Belki ilk öldürülüşüydü hayallerimin ama peki ya onun gerçekleri !?
Yazının şarkısı ve ilhamı : Damien Rice- 9 Crimes
German Music
Bugün fazla konuşmayayım ve seçtiğim iki video ile sizi başbaşa bırakayım.
Ve karşınızda AnnenMayKantereit
Kendileri Köln şehrinde yaşayan 20 li yaşlarının başında 3 öğrenci.
OP 2016
2016 'ya çok motiveydim aslında ; bilmiyorum önce ki yayınlarımın birinde bahsettim mi. Yüzeysel olarak yargılayacak olursam çok ahım şahım bir dört ay geçirmedim desem yeridir . Bu zamana bitirme tezimi verip üniversite hayatıma son noktayı koymam gerekiyordu ama öyle bahaneler bulduk ki kendime henüz bitiremedim. İşte o yüzden şuan balkona laptopumla kuruldum hem okur hem programlar pozisyondayım. Aslında şu dört ayda hayatta hiçbirşeyin önemli olmadığını anlamış olsam da insan nankör bir mahlukat. Mart ayımın yüzde 90'ınını İstanbul'da geçirdim. Yaşına rağmen halı sahada Zinedine Zidane vari bilekleriyle milletin belini kıran Peder Valentino kalp ameliyatı geçirdi; tabi bizde Tanrı bize fırsatlar sundukça hep beraberiz. Şükür ki herşey güzel geçti; ve zor zamanlarda ki paylaşımlar güzel anılar olarak arkamızda kaldı. Aslında o kadar çok küçük detay var ki anlatılacak şu an samimi modumda değilim ya da kanımda ki alkol seviyesi çok aşağılarda. Belki de aramız soğudu sizinle; kısa zamanda yeniden sevişmek dileğiyle.
Üç hafta oldu geri döneli Almanya ovalarına; ben de kendime dönüş hediyesi olarak mı desem özenmişlik mi desem güzel bir ameliyat hediye ettim. Dilimi ve ağzımın iç kısmını toplam 7 parça olacak şekilde kestirdim. Narkozdan önce hatırladığım son şey başımda duran Siyahi abinin bişey hissediyor musun lafıydı; çok ironik. Ameliyat sonrası geçen iki buçuk haftalık süreçte altı kilo verip oral yeteneğimi kaybetmem oldu. Siz bakmayın böyle konuştuğuma öyle ince ruhlu birinden yada öküzden oral beklemeyin; gördüğünüz üzere yazmayı seviyorum yani çalışan şey parmaklarım yada uzuvlarım.
İki ay oldu; ağlamadım; iki ay oldu yüksek dozda alkol almadım. Ama "benim hala umudum var."
Peder beyle hastanede cep telefonunundan defalarca dinlediğimiz o mükemmel Mazhar Abi şarkısı.
Dünya yuvarlak mı bilmem; insanlara fazla güvenim yok ve işte bu yüzden bilime de; ama bildiğim şey hayatın yuvarlak olduğu. Öyle doğru diyebeleciğiniz köşeleri yok bu hayatın ; sonsuz doğru seçenek. Ahlaki normlarınızı götünüze pamuk niyetine tıkayabilirsiniz ki ben de öyle yapacağım.
Montaigne abimiz sağolsun ; mutlu yaşamıyoruz ama en azından mutlu öleceğiz.
Bir sinema hüsranı
Ülen ülen; uzun süredir beni korkutacak güzel korku filmi arıyordum. Yerli filmleri tek başına izleyince üç harflilerden dolayı tırsıyorum ama yabancı filmler beni çok tırstırtamıyor. Gerçi ufak çocuklardan biraz tırsmıyor değilim. Neyse geçenlerde The Boy filminin fragmanına rastladım. Aha dedim en çok üç buçuk attığım iki unsur bu filmde mevcut: Çocuk,Oyuncak.
Planı yaptım ve dün gece attım kendimi sinemaya. Akşam 23.15 Suaresine gittik. Oh dedim bu gece tırsıcam sonunda. Nerdeee ak ; bende şans mı var... Arkamıza 8-9 erkekli kızlı alaman 20'lik piçoslar oturmaz mı..Ebenizi züküym; hayvan gibi ses yapıyorlar, gülüyorlar falan. Zaten hem gençler, hem içkili hem de salak. Filmin ilk 10 dakkasının ırzına geçtiler; e malum korku filminde insan moda giremeyince piç oluyor. Kimseyi dövmemek için bir kaç bin kere içimden sabır çektim; ondan önce bi iki kere uyarmıştım gençleri. Neyse tam sessizleşti derken bir irkilme sahnesinde arkamızda ki kızlardan birinin hayvan gibi bağırması ve sonrasında kahkaha komasına girmesiyle film yeniden piç oldu. 20 saniye sonrasında elemanlardan biri apar topar kalkıp kafamıza çarpa çarpa koltukların olduğu bölümden çıkıp merdivenlere yöneldi. Filmin yansıttığı ışığın altında merdivenlerden inen eleman fiskiye gibi ağzından garip sıvılar çıkartarak Mission Complete dedi. Evet sağolsun merdivenlere kustu ibnetör. Ondan sonra içeriye hakim olan koku bizim için son noktayı koydu. Apar topar çıktık salondan... Daha öncesinde bir görevliye şikayet etmiştim ama o da hayatından bezmiş olduğu için "İstediğiniz filme girebilirsiniz" diyip kestirip atmıştı. Bizde gecenin 12 sinde sinemada hepsi başlamış olan filmlerden hangisine gireceğimizi aramaya başladık. Hateful 8 vardı; izlemiştik, Deadpool; ilk yarım saatini kaçırmak istemiyordum. Hail Ceasar; salla. Ahanda baktık; Dirty Grandpa..Atladık girdik. Lan De Niro ne hallere düşmüş ; adam Galatasaray'dan beter hale gelmiş. Galatasaray mı maddi zorluk çekiyor Robert De Niro'mu emin olamadım. Adam gitmiş 72 yaşında, Zac Efron'la birlikte damli dötlü filmde oynamış. Ben severim böyle filmleri; bana göre bol eğlenceli bol cıbıldak karılı filmlerdir bunlar. Kısa bi özenirim orda ki fanfini fona; that's all.
Öyle de abi De Niro nedir ya; yazık değil mi lan adamın kariyerine. Adam bildiğin yıldız olan genç aktrislerin yaptığının tersini yapmış; hani ünlü olmak için önce Porno filmlerde yada açık seçik sahnelerde oynarlar ya ...
Neyse lan kendime döneyim ; bana da yazık değil mi. Korku filmi diye gidip , Zac Efron'un zükünün üstünde arı izledik. Eşeğin zükünde kelebek bile daha cazipti. The Boy'da güzeller güzeli, meme uçlu geceliğiyle Lauren Cohen'ı izleyecektik sözde.
İşte böyle yazık oldu sinema gecemize.
Bir daha ki sinema gecesinde görüşmek üzere.
Ne Farkeder
BAFTA 2016
British Academy of Film and Television Arts(BAFTA) ödüllerini bir nevi ingiliz Oscar olarak düşünebiliriz. Ben şahsen BAFTA ödüllerine Oscar'dan daha çok değer veriyorum. Herhalde bunun en büyük sebeplerinden biri Moon filminin 2009 yılında BAFTA ödülü kazanmasıydı.
Neyse gelelim artık sonuca; BAFTA 2016 açıklandı. İşte Listemiz:
En İyi Aktör
Leonardo Dicaprio ( The Revenant)
Artık Oscar kazanmasa bile ağlamaz. Ben bu ödülü hakketmediğini düşünüyorum ama ne diyelim züürt tesellisi olsun kendisine.
En iyi uyarlama senaryo
The Big Short
Henüz filmin kendisini izlememiş olsamda hakkında çok şey duyduğum bu filmin ödülü kazanması beni şaşırtmadı.En kısa zamanda izlemek ve izlemeniz dileğiyle.
En iyi Animasyon
Inside Out
Tartışmasız. Oscar'ı da garanti .
En iyi Aktris
Brie Larson(Room)
Filmi henüz izlemedim ama Brie Larson'ı bu genç yaşında ki başarısından dolayı kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum.
Orjinal Senaryo
The Big Short
Herhalde bu filmi duymayanımız yoktur.
Ve ben sizlerle son olarak En İyi Yönetmeni de paylaşıp kaçayım.
Alejandro G. Iñárritu (The Revenant)
Eğer tüm listeyi görmek isterseniz: Tık Tık
Gyllenhaal
Aslında ben kendimden başka kimsenin hayranı değilimdir bu hayatta. Hiç bir zaman öyle fanatik bir seyirci olmamışımdır, hiçbir şey yada hiç kimse için. Yine de fazladan sevdiğim bazı kişiler, şeyler var. Takım olarak Fenerbahçe ama ondan bahsetmeyeceğim. Herkes Leonardo Dicaprio,Brad Pitt, Johnny Depp, Orlando Bloom falan sever de benim sevdiğim aktörlerin başında Jake Gyllenhaal; ne kadar sevsemde hala soyadını ezberden yazmayı beceremiyorum. Tahminimce kendisini fazladan sevmemin sebebi biraz kendime benzetmem ve içimde ki narsistlik. Neyse egosal bi yazı olmasın bu; daha sanatsal yönlerden bakalım olaya.
Ve fragmanın sonunda ki müthiş şarkı.(Oturdum shazamladım sizin için) Tık Tık
Bol linkli bir yayın oldu. İyi seyirler, dinlemeler.
Bu post bir sonraki Postun Geçmişte doğacak olan gayr-i meşru çocuğudur.
Neyse ordan oraya turladıktan sonra Conor Mcgregor'ın en kanlı nakavtlarına daldım.(Kendisinden de başka bir postta bahsederim artık)
Yok valla 2 saat oldu youtube'da o kadar arka sayfalara geldim ki artık kaldırım döşeme makinesi videoları çıkıyor.
Buralara gelene kadar bin tane şey izledim; gerek yeni şeyler gerekse eskiden bildiğim ve hala çok sevdiğim şeyler.
Yine de sizin için aralarından birini seçtim : Tık Tık
Bir AHS Yıldızı
Aslında American Horror Story deyince tek bir yıldızdan bahsetmek zor; her oyuncu müthiş cüretkar sahnelerde oynayıp, müthiş performans sergiliyorlar. Zaten bu kadar aykırı bir dizide böyle oyuncular olmasa bunu efsaneleştirmek bu kadar kolay olmazdı.
Ben bu gece size ne Titanik Ablamızdan(Kathy Bates) ne Jessica Lange'dan ne de Sarah Poulson'dan bahsedeceğim.(Daha sonra üçünden de bahsedebilirim.) Bu gecenin yıldızı Evan Peters.
87 Amerika doğumlu Evan kardeşimizin öyle çok dişe dokunur bir film geçmişi yok. Az olan film kariyerinde de öyle ahım şahım bir rol yok. Onun dışında sağda solda dizilerde oynayan Evan, American Horror Story ile kalbimizde sağolsun taht kurdu; daha hiç bi çüküm çekmese olur o derece.
Gelelim Evan'ın Horror ile evrimine.
2011'de serinin ilk sezonunda:
Tate Langdon olarak karşımıza çıkıyor. Tate Langdon, davranışları öngörülemeyen agresif bir genç. Bunun yanı sıra sürekli şiddet ve okul arkadaşlarını öldürmeyi hayal etmesi kendisini tehlikeli kılıyor. Ancak onu bu şiddetten bir adım uzaklaştıran şey herzaman ki gibi Violet'e olan aşkı...
Gelelim ikinci sezona. Güvenilir ve sadık bir insan olan Kit Walker o zamanlar uygun görülmemesine rağmen siyahi bir kadınla evlidir; taa ki karısını öldürmekten suçlu bulunup "Bloody Face" adlı seri katil lakabını alana kadar.
Savunmasında parlak ışıklar ve küçük yeşil adamlar gördüğünü iddaa eden Kit tımarhanede kendine yer bulur... Gerisini izleyin herşeyi anlattırmayın (=
Sezon 3'te karşımıza cadılar tarafından başka vücut parçalarıyla dikilip, diriltilmiş bol sevişgen(sürekli 3lü(threesome) yapıyor) Kyle Spencer olarak çıkıyor.
Sezon dörtte, Jimmy Darling karakteri ile çok garip elleri olan ve bu nedenle sirkte çalışan bir ucubeyi canlandırıyor. Elleri nedeniyle sirk dışında para karşılığında zengin kadınlara garip elleriyle vajinal masaj sunuyor.
Azrail'in olta attığı orman
Bildiğiniz üzere yeni eve taşındım; bu ev sinemaya 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde. Hal böyle olunca dün akşam o2'nun perşembe günleri uyguladığı bir al bir bedava kampanyasını kaçırmayalım dedik ve bizimkiyle atladık sinemaya gittik.
The Forest filmi Natalie Dormer'ın ağzı kadar enteresan değildi ama konunun geçtiği ormanın gerçek olması gerçekten ilgi çekiciydi.Ormana geçmeden önce filmi puanlandırayım 5.7.
Japonya'nın Aokigahara ormanı ; diğer adı ise İntihar ormanı. Filmden öncesine kadar hakkında hiç birşey duymadığım bu ormanı dün gece yatmadan önce epey bir araştırdım.
Fuji dağının ortasında yer alan Aokigahara ormanının farklı farklı 3 lakabı var :
Ağaçlar denizi
İntihar Ormanı
Japonya'nın Şeytanlar Ormanı
Bu ormanın dünyanın en çok intihar edilen ikinci yeri ; 1950'lerden bu yana 500'ün üzerinde kayıtlı intihar vakası olmuş ve tahminlere göre bir o kadar da bulunamayan.
En çok intihar edilen yeri merak ettiğinizi biliyorum ; tahmin ettiğiniz üzere orası bir köprü. San Francisco'nun Golden Gate köprüsü dünyanın en çok intihar edilen noktası. Orasıyla ilgili başka bir gün yazacağımı umarak ormanımıza geri dönüyorum.
Ormanı bu kadar ünlü hale ve intihar noktası haline getiren aslında bir roman. Tabi bu bir dilemma; çünkü bir romanı yazdıran gerçek olaylar mı yoksa gerçek olayları yaratan bir roman mı; bilmemiz imkansız.
Seicho Matsumoto 1960'larda Kuroi Kaiju(Black Sea of Trees) adlı bir roman yazmış. Bu romanın ana karakterleri hikayenin sonunda Aokigahara ormanı içerisinde intihara teşebbüs etmişler. Ve bu romandan sonra zaten öncesinde intihar olayları barındıran orman daha da cezbedici bir intihar noktası haline gelmiş.
Hatta öyle ki intihar etmek üzerine yazılan bir kitapta (Wataru Tsurumui- The Complete Suicide Manual) intihar etmek için kusursuz bir yer olarak kendinden söz ettirmiştir.
Peki bu orman bunların dışında ne tür özellikleriyle bu ünvanı almayı başarmış ? 3500 hektarlık bir orman düşünün ve üzerinde öyle sık bir bitki örtüsü ve ağaçlanma var ki adeta doğal bir labirent.Bitki örtüsünden mi yoksa ağaçların bu kadar sık olmasından mıdır bilinmez bu ormanda vahşi hayvanlara pek rastlanmamakla birlikte kuş sesleri çok nadiren duyulurmuş.
Ormanda patikayı terk etmek kesinlikle tavsiye edilmiyor; zaten intihar etmek isteyenler patikayı terkedip ormanın derinliklerinde kendilerine ölümsüz bir köşe seçiyorlarmış.
Ve bonus olarakta ormanın yakınında olan Fuji dağının volkanik toprak ve manyetik demir barındırması nedeniyle bölgede telefon, internet , gps ve pusula kullanımı olanaksız.
Dünyayı gezme merakı olan biri olarak umarım kısa sürede bu ormana yolum düşer ve size fotoğraflarla başka bi post atma imkanım olur ; şimdilik zor gözüküyor.
Eğer bir gün intihar etmeye karar verirseniz (umarım öyle birşey olmaz) ve biraz birikmiş paranız varsa atlayın bu ormana gidin; hem ölmeden önce yeni yerler görmek ve biraz fazladan adrenalin salgılamak hoş olur ; kim bilir belki sizi tekrar hayata bile bağlayabilir.
Ve gitmeden dün gece okuduğum ve beni geren bir reddit hikayesi LİNKİ
Clif and Derek
Neyse sonunda Afflicted filminde karar kıldım ; aslında en başta o filme karar kılmıştım ama üstüne yarım saat daha başka filmlerin konularına göz gezdirdikten sonra ilk ve son kararım olan Afflicted filmini izlemeye karar verdim.
Bu karar sonuç olarak beni bu posta getirdi ; vampirik kader.
E gelelim o zaman artık filmimizin konusuna ; zaten anladığınız üzere Afflicted, bir vampir filmi. Found footage tarzında çekilmiş olan bu film iki kankanın dünya turu yada diğer bir deyişle dünya turu başında geçiyor. Başrollerde ve yönetmen koltuğunda aynı isimlerle Clif ve Derek var.
Başta vampir filmi dediğimi biliyorum ama yine de öyle bildiğiniz vampir filmlerinden olmadığını belirtmek istiyorum.
Uzun süredir izlediğim en iyi found footage tarzı filmlerden biriydi; gerçi ben bu tarzı zaten sevenlerden olduğum için bana fazla söz hakkı düşmez.
Yinede Afflicted filmine kesinlikle bir şans vermenizi tavsiye ediyorum.
Benim bu filme puanım 7.8 .
Bana göre senaryo gayet özgün(vampir hikayesi üzerine ne kadar özgün olabilirse) ve oyunculuklar kesinlikle övgüyü hakkeden cinsten.
Ve buyrun; oyuncular demişken işte oyuncularımız.
Ne kadar çok o kadar hapis
Taşınma arifesi, en sevdiklerimden biri olan "Ne kadar çok malın var o kadar bağımlısın" mottosunu bi daha anıyorum. Şerefsizim herşeyi atasım var ; tabi viski koleksiyonunu karaciğere bindirmek lazım. Ulan zengin bi adam değilim ama ıvır zıvır bitmiyor; 30 tane usb 1000 tane kartpostal, xbox ve oyunları, dvd filmler, müzikler, kitaplar, laptop, fotoğraf makineleri diye uzayıp gidiyor bu liste. Yok abi yakında başarabilirsem sıfırlayacağım herşeyi kiralık yaşayacağım anasını satayım. Düşünsene 3 farklı kıyafet setin olacak.(3 pantolon ,3 kazak, 3 gömlek,3 T-Shirt,1 Ayakkabı , 1 Ceket/Mont) Ne gerek var havluya falan, kuruyacaksın ya yaz güneşi altında yada kuzey rüzgarı ayazında. Az eşyan olacak bir sırt çantasına sığıp gelebilecekler seninle. Ya da ayrılıklara alışacaksın her defasında bırakacaksın bir çok şeyi geride.
Bana kalsa ben herşeyi saklarım yada saklardım ; artık daha duygusuzum daha rahat atıyorum bir çok şeyi. Mesela geçende 70 parça kıyafet verdim , üzerine şiirler yazdığım abuk subuk kağıt parçalarını da attım çöpe.
Aslında herşey kapitalizmin zincirleri ; para kazan eşya al, daha çok kazan daha çok al, aldıkça bağlan bağlandıkça sessizleş; sonunda evlen, kredi çek ev al. Ne kadar çok bağımlıysan o kadar çok korkun vardır ; kaybetme korkusu. İşte bu korkuyla insanlığın yüzde 80'i dışarıda olan kötülüklere tepki veremiyor, risk alamıyor.
Küçük bir başlangıç
Bilmem; yazmalı mıyım... Neyse boşvereyim yazmayayım ne sizi ne de kendimi hayatın gerçekleriyle daha fazla üzmeyeyim bu gece.
Önce gecenin şarkısıyla başlayalım ;
Robin Schulz & Judge - Show me LoVe ( Tık Tık )
Bugün ev malzemelerinin satıldığı o büyük marketlerden birine gittim ; türkçesini bile unuttum anasını satayım. Burada Baumarkt diyorlar; neyse ne zükümse işte ondan. Gitmeliydim çünkü bu pazar götüngen'de dördüncü kez taşınıyorum. Yaklaşık iki buçuk yıldır kız arkadaşımla beraber tuttuğumuz evde kalıyordum ; ev sahibinin bazı mecburi özel ihtiyaçlarından dolayı yeni ev arama durumunda kalmıştık. Biraz şans biraz torpille şehrin merkezinde gayet hoş bi ev bulabildik. Şans tanrıları bizi seviyordu. Bugün anahtar teslim faslı sonrası evin acil zaruri ihtiyaçlarını not edip alışveirşe çıktım. Çıkmaz olaydım ; fakirlik çarptı suratıma.
Bir küvet 4 bin tl; lazım olduğundan değil, dedim ya suratıma çarptı. Neyse ben en ucuzundan gidip duş perdesi ve demiri, banyoya bir duvar lambası mutfağa da tavan lambası alıp kasaya yöneldim. En basic markaları ve malzemeleri almama rağmen post cihazının tecavüzünden kaçamadım.
Bakalım yeni ev bize daha ne masraflara patlayacak.
Bu yeni evde ne kadar kalacağımız belli bile değil ; belki 3 ay sonra iş bulup uzaklara kaçacağız ama 3 ay sokakta kalma gibi bi lüksümüz de yok. Hayat bazen farklı mecburiyetler getiriyor, ki hiçbirinden şikayetçi değilim. Diğer insanların aksine hayattan garip hazlar aldığım da oluyor hiç haz almadığım anlar da . Ama yine de diğer insanların aksine genelinde memnunum; son zamanlarda insanlarda gözlemlemlediğim o memnuniyetsizlik beni efsane germiş durumda.
Çok sikimsoniksiniz amınızakoyim. Kendime son zamanlarda sosyal çevrede bir yer edinemiyorum ; vaktim olmadığından değil; ben iki karpuzu bi koltuğa sığdıramayanlardanım sanırım. Hem ilişki sahibi olup hem arkadaş sahibi olamıyorum. Kadınlarla sosyalleşmek restricted area , kafa dengi erkek bulmak zor ; yeni bağlar kurmak için de vakit yok. Sanırım saçma bir paradoksun içindeyim.
Yabancı dillerde kendimi ifade etmeyi sevemedim gitti ; eskiden severdim gerçi koynuma girenlerin kendini o ye; go on diye ifade etmesini. Sanırsın "when i was young , i was like a playboy " yok lan biraz abartıp egomu tatmin edeyim dedim; çok görmeyin hımısını. Libidom hep yüksek ama özgüvenim az bu aralar, hem belki cazibe mi bile kaybetmiş olabilirim. Onun yerine shredded bir vücut, sağlam kondisyon (pompacı mülayim kondisyonu) ve ip man sporu yapıyorum. Daha 4. seviye olsam da hoşuma giden bir spor yada dövüş sanatı; ileride bir sifu olma ihtimali neden olmasın.
Göreceğiz ; e bari yazının da resmi onunla alakalı olsun.